WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın

Blog

unuttuğun yerden başlar hayat

“Ben hiçbir şey anlamadım geçen ömürden” pişmanlığı büyütüyorum her gün evimde, sıcak odalarımda, yemek yediğimiz masada büyüyor benimle birlikte. “Ben hiçbir şey anlamadım geçen ömürden.” Ben de geçmeyen ömrümden. Hiçbir şey. Anlamadım anlaşılması gereken ne varsa.

Bir kere 19 yaşıma geldim. Hiç gitmeyeceğim ya da hiç gitmeyecek sandım benden. 19 yaşımda elime bir bavul aldım. Annem içine gözyaşlarını ve 20 tane yıl koymuştu. Çok ağırdı. Bundan ağır bavullar da var, dedim kendime. Gitmedim bavulu bir dağ başından atmaya. Özenle hazırlanmış 20 tane yılı gözlerimi kapatıp bir dağdan fırlatmak istemedim.

Soğuk havada yakılmış bir sigaranın ellerine tutuşturdum bavulu. 19 yaşımın benden hiç gitmeyeceğini sanışım o âna denk gelir. Sonra camdan dışarıya baktım. Gri apartmanlara. Ankara olmayan bir şehre baktım. Bir cümle kurdum. Bir cümle kuruldu ya da. Orada öylece kuruldu, sonra içime de. 19 yaşımın hiç gitmeyeceğini o cümlenin içimde bir yere kurulmasından anladım.

Mezar taşım nerede, toprağım nerede, imamım nerede, cemaatim nerede? Bir peygamber değilim ama öldüğüm yere gömülmek istedim ben de. O camın önüne, o sigaranın yanına, o bavulun arkasına, o dağın üstüne, o kuyunun içine, o çocukluğun ortasına, o enkazın dibine gömün istedim beni eğer günah değilse.

Sonra bir şey oldu, Berzah ferahlığı gibi şayet öyleyse Berzah. Sonra orada içime doğru kurulan cümleyi unuttum. “Elçiye zeval olmaz” diye zeval olunmadı bana, dedim.

Sigaranın dumanı yaktı genzimi, başkasına ait olan 20 tane yıl taşıdım, bir mezarım olmadı henüz ama bana zeval de olunmadı. İçimde bir cümle nasıl kurulduysa öyle unutturuldu aslında. Ben izledim, çünkü biz kalplerimizde olan bitenin izleyicisiyizdir çoğu zaman.

Bana o camın önünde ve o sigara dumanının altında yeni bir hayat verildiğini gördüm. Sonradan gördüm. Gördüm. Hatırlasaydım ciğerlerime dolardı, ellerim değil gözlerim sararırdı. Hatırlasaydım kuyularım böyle güzel olmazdı. Hatırlasaydım göçen kuşların ardından ağlardım tam bir yıl boyunca. Hatırlasaydım kalp gözümde bir mil ile gezerdim. Unuttum, unutturuldu/m, elçiyim diye rahmet olundu, hatırlamadım, hayatım başladı.

Bir Gül Hikayesi

Tarih 19 Ekim 2019. Eminönü iskelede Şeymatun ile buluşup Eyüp Sultan’a gideceğiz ama hangi sebeple hatırlamıyorum. Biraz da koşturuyoruz hatta bir yere yetişmek için sanki. Kendisi hatırlıyorsa yoruma yazabilir :d

Ben durur muyum, Üsküdar’dan geleceğim hem de elimde çiçeksiz. Aldım çiçekçi ablalardan bir gül. Bir çiçeği tutmak elime hiçbir zaman yakışmadı. Nasıl tutacağımı bilmem etmem. Vapur boyunca bu gülü Şeyma’ya vermek nasip olacak mı diye düşündüm. Görünce ne kadar sevineceğini hayal ettim. O hayal beni de yerimde durdurmuyordu, çok heyecanlıydım. Acaba nerede duruyordu? Vapurdan inerken elimde gülü görmesin diye nerede tutmam gerekiyordu? Hepsini hesap ettim, dedim tamam.

İndim vapurdan. Az gittim yolumu, bir de ne göreyim. Şeyma yanında tanımadığım iki arkadaşı ile bekliyor beni. O muhteşem sevgi çığrışlarımızı yanlarında yapmalı mıydım gerçekten? Hayır, olmazdı. Çiçeği arkamda sakladım. Ama nereye kadar? Kızlar sarılmak istedi. Ben öylece kaldım direk gibi. Hayatımda daha önce böyle bir iç cebelleşmesi bilmiyorum yaşadım mı. Arkamda bir gül, yüzümden stres akıyor, direk gibi duruyorum ilk kez tanıştığım insanların karşısında.

En son kızcağız elini uzattı, madem böyle olsun değil mi. Ama gül sağ elimdeydi. Sağ. Kız da sağ elini uzatmışken sol elimi uzatırsam iyice batacaktım. Ama ben arkamda gülü diğer elime almaya çalışmanın çabası ile batmayı tercih ettim.

O kızlar hakkımda bilmiyorum ne düşündüler. Ama ayrıldıklarında Şeyma’ya gülü verdim, sonra da baya gülüverdik. Kızlara çok üzgün olduğumu ve özür dilediğimi söyle dedim gülü verir vermez. Sonra peşlerinden koşup sarılmak da istedim hatta :d içimde kalmış bir sarılmanın ve bir gülün hikayesidir.

Bırakma Kendini, Genç, Sesli Kitap

Uluslararası Genç Derneği ve Süleyman Ragıp Yazıcılar ağabeyin hayatıma kattığı güzellikleri hesap edemez oldum artık 🙂 Yapılan çalışmaların samimiyeti, kalbini dinle çağrısı, müminin reyhan kokusu sinmiş güzellikleri ile Genç 🙂 Yazacak çok şey var uzaktan sevdiğim bu bir grup Müslüman hakkında ama dua etmek ve emeklerinin karşılığını dünya-ahirette bulmalarını istemekten başka ne desem bilemiyorum. Allah hepsinden razı olsun ve sa’ylerini meşkur kılsın!

İşte bu güzelliklerden birisi de, sesli kitap uygulaması. Aşina Kitap’tan çıkan birçok kitap seslendirilmiş ve birçok sitede mevcut. Ben SoundCloud hesaplarından faydalandım. Bu işi daha da geliştiriyorlar gibi haberler de alıyoruz, takipte kalalım😉

Peki sesli kitap ne işimize yarar kitap kokusu dururken? Efendim, kitap kokusu müptelası olarak ben de böyle düşünüyordum ama o iş tam olarak öyle değilmiş. Gün içinde ölü olarak tanımladığım birçok vakti bereketlendirmeme vesile oldu bu sesli kitap işi. Bulaşıkları yerleştirirken, evi toparlarken, yemek yerken, kafa dinlemek istediğiniz her hangi bir an… Tüm bu anları sizi dinlendirecek (ders kitabı olarak okuyacaklarınız hariç) kitaplar ile doldurmaktan daha güzeli yokmuş. Bunları evet hepimiz biliyoruz ancak yapınca ve o bereketi, güzelliği hissedince insan yeni keşfetmiş gibi bahsetmek istiyor işte 🙂

Nasıl kitaplar dinleyelim? Diye soralım bir de. Elbette herkes kendi zevkine göre bir seçimde bulunabilir ancak ben bir kişisel gelişim kitabı dinleyerek başladım.

Şunu da parantez arası olarak paylaşmakta fayda var: Bizlerin kafa dağıtma kitabı olarak gördüğümüz kitaplar dahi (kitabın basitliği değil türünü kastederek söylüyorum) nitelikli okumaya muhtaç kitaplardır. Her kitaba gerekli özen verilmeli. Kitap kafa dağıtmak için değil, kafa toplamak için özenle okunmalı. Bu fikre katılmakla beraber benim bahsini ettiğim sesli kitap olayı ise sadece ölü vakitleri değerlendirme gayesi, bir nevi sohbet havası oluşturmak 🙂 Bu sebeple dinleme tercihimi buna dikkat ederek yaptım.

Kişisel gelişim mi Bırakma Kendini mi? Mehmet Dinç hocamızın kaleme aldığı Bırakma Kendini isimli kitap da diğer kişisel gelişim kitapları gibi “siz böyle böyle şeyler yaşamışsınız öyleyse hmm yaşamayın” tarzında şeylerden bahsedecek sanmıştım hep. Elime kişisel gelişim kitabı diye aldığım hiçbir kitap 11.sayfasını göremedi maalesef. Bırakma Kendini kitabının nasıl olduğunu bilmeden almamak ve aynı hüzne uğramamak için biraz dinleyeyim diyerek açtım kitabı ve sesli kitap deneyimim de bu şekilde başladı. 🙂

GENÇ on #SoundCloud

Kesinlikle diğerleri gibi değildi! En güzeli ise sorunumu tesbit edip beni orada bırakmıyordu ya da klasik birkaç öneri vermekle yetinmiyordu. Çok fazla hayatın içindendi ve en güzeli ise bir Müslüman’ın hayatının içindendi. Kendimde daha çok karşılığını bularak dinledim birçok yeri. Havada kalan onca meselem kendine güzel bir oturak buldu. Benim için yeri ve kıymeti çok özel bir kitap ve aslında bir haftaya yayılan çok güzel bir sohbet oldu. Kitabı bir de sayfalarını karıştırarak, dinlerken altını çizmek istediğim onca yerin altını çizerek okumak istiyorum. 🙂 O zaman kitap hakkında hususi bir yazı da yazarım inşallah.

Bu yazının temel gayesi ise, hayatıma serinlik katan birkaç güzellikten bahsetmekti sadece. Bana “güzel gölgelik” olanlardan. Hayatınıza çok daha fazlası dokunsun! 🙂

Satıcı’ya dair çok kısa birkaç şey…

Asgar Ferhadi’nin senaryosunu yazıp yönettiği 2016 yılı İran-Fransa yapımı drama filmidir.

Filme dair hiçbir ayrıntının sürprizi bizce kaçmamalı. Her bir kelimesini ilk kez doğru yerde duymak çok kıymetli ve önemli. Filmi izlemeden okunmaması tavsiye edilir 🙂

İnsan yaşayacağı acıya daha öncesinden ufak bir göz kırpabilir. Birazdan neler yaşayacaklarını ne o biliyordur ne acı, ne tahmin edilebilir ne de tamamen yabancı. İnsan ruhu kendi acısına ısınır, bir yerden tanıdık gelir. “Bir iş var ama” der, “İçime sinmedi” der, “Burada olmak istemiyorum” der ama bu öyle derin bir deyiştir ki, ne tam olarak duyarsın ne de duymamazlıktan gelebilirsin.

Fotoğrafta Rana, birkaç gün sonra yaşayacağı acısına bakıyor. Olacaklardan habersiz ama huzursuzluk ise iliklerinde. Bizler filmi izleyip bitirmiş izleyiciler olarak olacaklardan hâberdarız ve içimizde bir yer acıyor “dönüp” bu sahneye yeniden baktığımızda. Çünkü yaşadıkça bu dünyanın bu kadar gününü, arada geriye bakmadıkça sakince, durduğumuz yeri de idrak edemiyoruz. Hayata bütüncül bakamayacak olsak da bütüncül bir anlamı olduğuna iman etmeliyiz.

Film boyunca Emad’ı ise hayranlıkla izledim. Ortaya konulan oyunculuktan daha çok, akl-ı selîm insanların hâllerine duyduğum hayranlıktı. Bu insanlar nasıl yetişiyor, ne yiyor ne içiyorlar, nasıl sakin kalabiliyor, bir şey olumsuz gittiğinde nasıl bağırmıyorlar merak ediyorum. (-kavganın ortasındaki kuş kalbinden yazıyorum.) Bu fotoğrafın olduğu sahneyi ise iki kelimeyle özetlemeye çalışalım: heves ve kursak.

İntikam, güç müdür zayıflık mı? Yenilmek midir, kazanmak mıdır? Affetmenin ağır yükünü omuzlara bırakarak bitiyor film ancak iki saat ile sınırlı kalmış bir film değil Satıcı. Bittiğinde zihninizdeki birçok sorgu ve şüphenin kapısını henüz açmış oluyor. Suç ve ceza ekseninde, yeniden yeniden ve yeniden düşünülmesi gereken bir hikâye, velhâsıl.

Film müziği 🎶

https://youtu.be/4R6cpgp8ovc

on bir ay

bir yıl bir aydır devam ediyor savaş. ateşkesler oldu. kızışan vakitler, daralan göğüsler, yiten umutlar oldu. yeniden başlamalar, hiç bitmediğini sezmeler ama çaktırmamalar, nereye baksa önünü göremeyişleri oldu. hızla geçti bazen vakit, bazen bitmeyen bir yol oldu.

bir vapur iskelesinde, güvertede, insanların ve koltukların arasında, ayağının altında fazladan bir şeymiş gibi sendeleten pişmanlık dağları vardı her yerde. nereye baksa dağları görür, dağlardan iner ama bir türlü aşamazdı onları. “ben buradayım, gidemiyorum, kimse yok mu?” -sessiz- yakarışları arasında dolanırdı. kimse duymazdı. hiç kimse.

günler gelip geçiyordu. bitmesine son bir saatin kaldığı mum gibi, kısık, ince bir ateşi kalmıştı sadece. o duysaydı onu. ufak bir ses işitseydi ondan. bir “aa” sesi, bir “ee” sesi, bir “orada kimse var mı?” sesi… hiçbir ses yoktu. bu ıssızlığın ortasında, pişmanlık dağlarının arasında bir yerde kurtarılmayı bekledi on bir ay boyunca.

bir gün, o sesi duydu. uzaklardan ama çok uzaklardan. giden birinin sesiydi. arkasına dönerek “bak, ben gidiyorum. hatta gideli çok oldu.” dedi. “iyi de, nereden gidiyorsun, buradan geçtiğini görmedim.” buzlu cam. “şu dağların hemen ardındaydım. tepeyi aştım. aşağıda seni gördüm. şimdi de gitmeye devam ediyorum işte.” bir adım daha. “burada çok yoruldum, sen bu dağların sahibi misin? beni de beklesen olmaz mı? söz veriyorum hemen yetişirim. oralarda oturup biraz dinlensen olmaz mı? hava kararıyor. burada kimse yokken gecelere dayanmak mümkündü. ama şimdi seni uzaktan da olsa görüyorum. bu geceyi atlatmam imkansız. lütfen beni bekle.”

adım atacak hâli kalmamıştı. on bir aydır yürüyordu buralarda. geceleri korkmuyordu. yokluk onu öyle sarmıştı ki, varlık kabul etmiyordu. birilerinin olmadığını bilmek, ne mi güzeldi gerçekten? bir sese tutunmaktansa yokluğa tutunmak daha mı iyiydi? hiçlik ne idi? düşünmek gücünü daha da tüketiyordu. gözyaşlarından, hıçkırıklı sesinden, yorgunluğundan fırsat bulamıyordu yürümeye.

uzaktaki ses konuşmaya devam etti : “seni neden bekleyecekmişim? kimsin, nesin bilmem. ben dağların ardından geliyorum, senin dağlarını tanımam etmem. sahibi falan da değilim. dağların ardında güzel şeyler yoktu. burada da yok. sadece gidiyorum ve yalnız kalmak istiyorum. burada ne hâlde olduğun da umurumda değil. hem ağlıyorsun, ağlayan bir ses duymak istemiyorum.” dağların arasında yaşamaya alışmış biriydi. ama bir şekilde çıkmalıydı. alışmak bir afyon gibi geliyordu ona. ağlaması ise, bunca zaman sonra duymak istediği sesi duyması yüzündendi. gülmek gibiydi ağlamak. uzaktaki sesin umurunda olmamak bile üzemiyordu onu. bir ses duymuştu, kendi sesinden başka. yokluk, insana tam olarak bunu veriyordu. bir kıymet, bir sakinlik. birkaç gözyaşı. yokluk, ona dayanana, böyle varlıklar veriyordu en sonunda.

bir kere bir ses duyduysan, bunun ne olduğunun önemi kalmayacak kadar büyük bir sessizlikten çıkmaya çalışıyorsan, sesin ne dediğini de gerçekten duymuyorsun. “bir ses” diyorsun ve her şey hallolacak gibi geliyor. ses, kiminle konuştu bunca zaman, burada ne işi var, kimin bu ses, nereye gidiyor diye soramıyorsun. peşine takılıyorsun sesin. çünkü senin dağların var. alçalmasın, bitmesin istiyorsun ses. ama bu pişmanlık dağlarını, hangi sesin peşine düşersen düş, aşamıyorsun.

https://www.antoloji.com/ruveyda-siiri/

gömlek

On yaşındaydım ve dünya öyle büyüktü ki, içindeki en küçük şey bendim. O küçük yaşlarımda dünyanın ilk uyanan insanını düşünürdüm. Ondan daha erken kalkabilmek için ne kadar daha erken kalkmam gerekiyor diye hesaplar yapardım. Uyandığımda babamı hiçbir zaman göremedim. Dünyanın ilk uyanan insanı çoktan işinin yoluna koyulmuştu. Annemi kapıdan çıkarken görüyordum. Eteğinin ucundan, parmağının ucundan, vaktinin ucundan, kapıdan çıkışının ucundan tutuyordum annemi her zaman. Annemi yakalamak istiyordum ama on yıl sonra bile hâlâ bunu istiyordum.

Bununla da kalmadı. On yıldır aynı sabahlara uyanıyordum aynı sorumluluğun yükleri ile. Yüklerim ile yatıyor, yüklerim ile kalkıyordum. Yorgunluk dediğin hayattı, taşımaktı bir yükü. Hayat vazifemi on yıldır kuşanmıştım. Hatırlamam gerekiyordu. Bazen, Allah muhafaza, yüklerimi almadan kalkıyordum yataktan. Hafiflik ile birkaç adım atıyor ve yüklerimin üzerine düşüşünü, altında ezilişimi görüyordum. Uyanıp gözlerimi açtığımda hatırlamam için tavana bir yazı asalı da on yıl oldu: “Yük!”.

Böyle sabahların birinde gözlerimi açtım, tavanı gördüm, hatırlamam gerekeni hatırladım. Sesler duyuyordum belli belirsiz. “Her gün aynı şeyleri giymekten bıktım!”. Sesler belirliydi. “Neden doğru düzgün giyebileceğim bir gömleğim yok?”. Sesler uzaklaştıkça yaklaşıyordu bana. “Bütün gün evde ne yapıyor bu kız? Söyle şuna biraz gömlek ütülesin.” Ses. “Yeter artık, çok yoruldum!”. Sessizlik.

Bir alacaklım ile göz göze gelmek istemiyormuşum gibi gözlerimi kaçırdım sağ tarafımdan. Bir yıldır açık bekleyen bir ütü masasından kaçmak istedim. Birkaç gömlekten. Onlara bakmak, gözümde bin yara, kalbime doğru akan soğuk bir şeyi buz, titreyen ellerime bir ölü solgunluğu, mataramdan genzime kaçan tuzlu suyu ciğerlerime bir iltihap olarak sunuyordu.

Bir ütü masasına, birkaç gömleğe bakmak sadece bakmak değilse, görünen şey bir ütü masası ve birkaç gömlek değildir. Bir kadın bir gömlek ütülüyorsa, adam eve erken gelir. Sabaha karşı bir çorbacıda kolları iki defa katlanmış bir gömlekle oturuyorsa bir adam, kadın ikinci gömleği kolay ütüleyemez. Üçüncüsü daha da zorlanır, dördüncüsü… Her sabah bir gömlek fabrikasına giderken yetişemediğim annem, böyle kaç gömlek ütüledi bilmiyorum. Dörtten sonrası sayılamıyor.

Benim yüküm ise bildiklerimi susmaktı. Yükümü taşımak için ütü yapmayı öğrendim. Bir işe yaramadı. Ütü masasını açacak ve kaç gömlek olduğunu sayacak kadar öğrenmiştim çünkü. Bunun bir işe yaramadığını da öğrendim. Ben, geçen onca yılı boğazımdan aşağıya indiremedim. Ağzımın içinde kaldılar, öylece sustum. Ellerim gitmedi, bir tek vicdanım susmadı. Bir ütülü gömlek daha veremedim babamın ellerine. Babamın elleri ve benim ellerim sadece böyle zamanlarda karşılaşırdı. Dünyaya eksik başlandığım söylendi, kendime eller aradım. Ütülenmiş bir gömleğe uzanmayacak eller. Bir gömleğin kollarını katlamayacak eller. Sabaha karşı çorba içmeyen eller.

Dünyaya eksik başladığım söylendi. Ellerime baktım. Yüküme baktım. Gülümsedim. Kalktım, ocağa çay suyu koydum. Ütülenmiş bir gömlek isteyen ses henüz susmamıştı. Kitabımı açtım ve kaldığım yerden okumaya başladım: “Ömrüm bir zahmet olarak geçip gidecek. Büyük konuşmalar büyük yükler olarak sırtımda: Daha gelmedik mi?”

ölüm bize geleli yedi yıl oldu

7 yıl önce bugün ilk ölümümü yaşadım. Birinci ölüşümdü. Çocuk sayılabilirdim. İlk kez tanıştım ölüm ile.

Gasilhaneye girdiğimde odanın bir köşesinden baktım odanın ortasındaki mermerin üzerinde yatan kadına. Sonra karnına baktım emin olmak için. Çünkü yakınlarınızın öldüklerinden emin olmanız için “öldü” denmesi yeterli olmaz. Karnı inip kalkmıyordu, heyecanla nefes almıyordu. Hareketsiz bir göğüsdü gördüğüm ve bu ilkti. Bir insanın göğsü nasıl hareketsiz kalabilirdi, böyle bir şey gerçekten mümkün müydü? Evet, o gasilhanenin bir köşesinde öğrendim bunu. Ne kadar süre uyuyakalmadıkça uyuyamadım bilmiyorum. Ne kadar süre yaşadığımı anlayamadım, öleceğimi kabullenemedim bilmiyorum. Ölüm varmış, inandım, 7 yıl önce. Herkes bir gece el sallarmış arkasından torununun. Her torun dönüp arkasına bir kez daha bakabilirmiş bu bakışın son bakışa benzediğini sabaha kadar düşünerek ve her torun ertesi sabah ölüm haberini alırmış ellerini çok sevdiği anneannesinin.

İki basamaktı evin önündeki merdiven, düşsen bile bu kadar mor olamazdı her yerin. Gülerek anlatmasaydı bari. Gülmeseydi mor sevdiği bir renkmiş gibi.

Kış günleri ayağıma iki çift çorap giyiyordum. Anneannem televizyon izliyordu. Bir ayağıma iki tane giymiştim ama diğerine bir tane daha lazımdı. O arada gözüm televizyona kaydı, ayağımda gözüken iki farklı çorapla gözüm televizyona kaydı hem de. Keşke kaymasaydı da bana öyle gülmeseydin anneanne, çoraplarım farklı diye. Şaka yaptığını biliyordum ama ne kadar üzüldüğümü unutamıyorum. “Hayır bir tane daha giyeceğim, ikisi de aynı olacak gerçekten, gülme, sadece televizyona daldım, ikisi de aynı olacak” gibi bir açıklama yapamadan gözlerim dolup boğazım düğümlenmişti bile. Ne zaman kendimi ifade edemeyecek olsam, ne zaman yanlış anlaşılsam aklıma geliyor. Keşke gülmeseydiniz bana.

Yedi yıl önce bugün. Ölümle tanıştım. Merhaba ölüm.

Hitâb

Bana şairlerin şiirlerinde sevdikleri için kullandıkları isimler ile hitap ediyordu. Ne diyeceğimi bilemiyordum, ne hissedeceğimi…
Kendimden başka her şeydim. Bir şiir kurgusu olduğuma inanacaktım neredeyse, bir şiir kurgusu olmak için mi var oldum diye düşündüm, cevabım mutmain olmuş bir “evet”ti.

Şu gördüğüm uçurumun kıyısından ne zaman tutulup çekilecektim? Anadan doğma gibiydim, hiçbir şey bilmiyordum. Beni kendinin ümmisi yapmıştı. Ne okumada gözüm vardı ne yazmada. Onun bozkırlarında hiç avm görmemiş, dağda bir çobandım ve bunun verdiği bir güven vardı. Bana inanılmayacaksa hiç avm görmemiş bir çobanla konuşulabilirdi bu elbette.

Bütün bunlar olurken dünyada zulüm durmuyordu. İki insanın birlikteliği bir zulmü durdurmayacaksa ya da iki insanın birlikteliği bir mazluma en az bir nefes olamayacaksa, ateş hattında bir yağmur serinliği gibi değilse iki insanın birlikteliği, neden birliktedirler ki?

Bir kalabalıktan fazlası olmanın gerekliliğine inanıyordum. Yan yana duran iki eşyadan bir farkı olmalıydı iki insanın. İnsan bunu dilemeliydi, bunu eylemeliydi. İnsan şiirler yazacak kelimeler biriktirmeli ve insan koşacak menziller edinmeliydi. Bir eşya olmaya gelmemişti insan, iki insan bir eşya olmak için bir araya hiç gelmemişti.

Bana şairlerin şiirlerinde sevdikleri için kullandıkları isimler ile hitap ediyordu. Bir köle tâcirinin mârur gülümsemesi hâkimdi havaya. Kesif bir kokuydu, burnundan geçerek beyne işleyen ve delen. Bir köle tâcirinin mârur gülümsemesi ardındaki pis hesapları uğruna dönüyordu sanki tüm zamanlarda dünya. Dünyada böyle bir koku vardı işte. Delik deşikti beyinlerimiz. Oradaydık, o tablonun bir köşesinde. Bu insanı çileden çıkartan kokunun göbeğindeydik. Bana şairlerin şiirlerinde sevdikleri için kullandıkları isimler ile hitap ediyordu.

Son adımımı da atıp durdum. Durmadım, çivilendim. Şansa bakın ki yol da bitiverdi. Oracıkta çivilendiğime sevindim. Durdukça bilenmeyeyim diye çivimi sevdim. Bu hayatımda sevdiğim ilk şeydi: bir çivi. Paslı, her ne kadar demirden olsa da. Böylece durmuş oldum biten yolun yamacında. Şu gördüğüm uçurumun kıyısından ne zaman tutulup çekilecektim?

Bir eşyayı sevmenin ayıp olduğunu anladığım yaşa geldim. Bu benim yaşlarımdan bir yaştı. Bunu kimseler bilmezdi. 20 ile 21’in arasında gizliydi ve bir eşyayı sevmek iyi bir şey değildi.
Bana şairlerin şiirlerinde sevdikleri için kullandıkları isimler ile hitap ediyordu. Ümmiliğimden bildiğim tek şey ümmiliğimdi bu bozkırda. Güneş dağların ardından batmaya yüz tuttuğunda, bir çoban sürüsünü izliyordu.